KASDER Kurucu Başkanı Prof. Dr. Coşkun Özdemir’in kaleminden 67 yıllık nöroloji anıları:
"Bizim kuşaktan, akıl ve sinir hastalıkları uzmanı olmuş birçok kişi vardı. Uzmanlık diplomalarımızda bu şekilde belirtilirdi. O yıllarda nöroloji ve psikiyatri bir aradaydı. Anadolu'nun ihtiyacı o dönemde bunu gerektiriyordu.
Asistanlığa 1954'te başladım. Uzmanlık sonrasında, 1960'ta doçentlik unvanı için nörolojiyi tercih ettim. 66 yıldan fazladır nöroloji okuyor ve öğrenmeye devam ediyorum. Geçen yıl kaybettiğimiz ve çok sevdiğimiz bilge kişi Prof. Dr. Edip Aktin her buluşmamızda, 'Coşkun, bilinenlerin çok azını, nöroloji dahil, biliyoruz' derdi. Gerçekten öğrendikçe, bilgi hızla artıyor. Son 70 yılda, öyle büyük gelişmeler oldu ki artık bir uzman, 'Ben nörolojiyi biliyorum' diyemez. Bu durum elbette tüm tıp branşları için geçerli. Bilim dalları bu yüzden doğdu.
Gerçekten, 60 yılı aşan gelişmelere bakınca, 50'li yıllarda ne kadar az şey bilindiğini görüyoruz. Ayrıca, bu süre zarfında, bugün çok yanlış bulduğumuz bazı bilgiler de geçerliydi. Haseki Hastanesi'nde hocamız Şükrü Hazım Bey, çok iyi bir nörologdu. Hasta vizitlerinde çok şey öğretir, hiç abartmaz, Avrupa'ya kıyasla ülkemizdeki eksiklikleri vurgular, bilimsel yaklaşımlar örneklerle anlatırdı. Prof. Dr. Eric Frank'ın hazırladığı nöroloji kitabına sahipti ve zarif bir bilim insanıydı. Tıp öğrenciliğimizde, Nazi Almanyası'ndan kaçıp gelen gerçek bilim insanlarının bizim için ne büyük şans olduğunu daha sonraki yıllarda daha iyi anladık. Bu durumu yineliyorum. Eric Frank Winterstein, Schwartz, Hugo Braun, Kurt Koswick; bize ilham veren büyük bilim insanlarıydılar."
"Klinikte en sık karşılaştığımız vakalar, beyin damar hastalıklarından kaynaklanıyordu. Ana sebep aterosklerozdu. Genellikle damar tıkanıklığı sonucu felç (inme) vakalarıyla karşılaşıyorduk. Beyin kanaması daha az görülüyordu. Bir de serebroskleroz konusunu tartışırdık; bu, beyinde demansa yol açan yaygın damar sertliği anlamına geliyordu. Ancak ilerleyen yıllarda patolojiyle ilgilenince vasküler demans vakalarının nadir olduğunu ve çoğunlukla demansın Alzheimer teşhisiyle ilişkili olduğunu öğrendik. Biz presenil demansları incelemiştik ancak onlar artık pek karşımıza çıkmıyor.
Damar tıkanıklığı için genellikle vazodilatatörler (damar genişleticiler), niacin, ronicol ve spazm giderici papaverin gibi ilaçlar kullanıyorduk. Ayrıca boyundan novocain enjekte ederek ganglion stellatum blokajı yapıyorduk. Claude Bernard Horner’ın belirtileri olan pupilla daralması ve ptoz durumunda başarılı olduğumuzu düşünürdük. Amacımız, sempatik sistemi baskılayarak parasempatik etki altında kanlanmayı kolaylaştırmaktı. Ancak bu varsayımın pek rasyonel olmadığını, bu yöntemin geçerli olmadığını sonradan öğrendik. Vazodilatatörler, hastanın damarlarından ziyade sağlam damarları genişletiyordu. Gelip geçici kısa süren serebral belirtileri spazm olarak yorumluyorduk ancak papa verin adlı ilaç faydasızdı.
Yavaş yavaş extracranial (kafatası dışı), kranium dışı arter sendromlarını öğrendik. Vakaların çoğunda, tıkanan damarlar kafatası içinde değil boyundaki carotis veya vertebral arterlerde, willis poligonunda bulunuyordu. Bizim spazm dediğimiz şey aslında iskemik ataklardı. Bu durumda anjiografiye ihtiyaç doğuyordu. Boyundan Carotis'e kontrast verilerek damarlarda darlık veya tıkanıklık tespit etmek mümkün olabilirdi. Bu dönemde antikoagülanlar gündeme geldi. İskemik ataklar ardından tıkanmanın ve kalıcı felcin tehlikesine karşı antikoagülanlar (pıhtılaşmayı önleyici ilaçlar) kullanmaya başladık.
Bugün unuttuğumuz nöro-sifilis 50’lerde önemliydi. Wasserman testi rutin laboratuvar araştırmamızdı. Tabes dorsalis vakalarıyla karşılaştık. Meningomyelit hatırlamıyorum. Polinöropatiler sadece genetik ve diyabete bağlı olanları tanıyorduk. Etiyolojinin belirlenmesi oldukça nadirdi."
"Bugün gen tedavilerinin başladığı Duchenne Musküler Distrofi hastalığın adını veren Fransız nörolog, 1860'ta bu hastalığı tanımlamıştı. CHARCOT ALS'yi 1850'de tanımladı. Biz onu Charcot hastalığı olarak öğrendik. ALS sonraki yıllarda Motor Nöron hastalığı olarak anıldı. Amerika’da ALS ya da Lou Gehrig adını tercih etti. Onlar için bir beyzbol oyuncusu bu kadar önemliydi. Uluslararası toplantılarda fırsat buldukça mikrofona gelip ''Stephen Hawking bu hastalık için çok daha yerinde bir isim değil mi?” diyordum.
Nöroradyoloji 70'lerde önem kazanmaya başlamıştı. Beyin patolojileri için pnömoensefalografi yapıyorduk. Beyindeki ventrikül boşluklarını hava ile doldurarak bir sapma veya itilme var mı diye inceliyorduk. Ancak hastalar için zahmetli bir işlemiydi. Lomber ponksiyonla likör (bel suyu) alıp hava veriyorduk ve hasta birkaç gün boyunca baş ağrısı çekebiliyordu. Omurilik patolojileri de öyleydi. Omurilik kanalına enseden girerek kontrast madde lipiodol veriyorduk. Bu işlem, bir basınç olup olmadığını araştırmak içindi. Ancak lipiodol yıllarca kanalda kalıyor ve rahatsızlık yaratabiliyordu (araknoidit). Neyse ki pantopaque adlı madde yetişti ve bu incelemeler daha kolaylaştı. Subaraknoid kanamalar oldukça sıktı. Eğer felç yoksa ama ense sertliği varsa veya bel suyunda kan varsa, bu teşhisi koyabiliyorduk. Anevrizmayı ancak anjiyografi ile gösterebiliyorduk ancak henüz bu işlemi gerektiği gibi yapamıyorduk. Bir arkadaşımız olan Ahmet Çalışkan bir anevrizma kanaması geçirdiğinde (1975), onu izin ve randevu alarak Zürih'e, Gazi Yaşargil'e götürdük ve ben de yanında gittim. Dünyanın en usta cerrahlarından biri olan Yaşargil, beynin içindeki anevrizmaya nasıl ulaşıldığını görmemi sağladı. Başarılı bir ameliyatla arkadaşımız kurtuldu. Kantonspital'de özlemle beklediğim harika bir kas laboratuvarını ziyaret ettim ve notlar aldım.
Multiple Skleroz vakaları sık değildi ancak detaylı bir nörolojik muayene yapardık. Oftalmoskopla göz dibine bakıyor, papilla ödemi var mı diye inceliyorduk. Kafa içi basınç artışını bu muayene gösteriyordu. Beyin tümörleri de sık görülüyordu. Bazen zahmetli pnömoensefalogram yerine göz dibine bakarak veya kafa içi basınç artışını gözlemleyerek tanı koyup sinir cerrahlarına yönlendiriyorduk. Bu konuda bize yardımcı olan Hami Dilek Bey ve Hüsamettin Gökay'dı.
Epilepsi ve türleri ise oldukça yaygındı. Çeşitli antiepileptik ilaçlar kullanıyorduk: Epdantoin, mysoline, tegretol vb. Bu ilaçların sayısı zamanla arttı. EEG tetkiki yapıyorduk. Duchenne ve ALS dışında kas hastalıkları da mevcuttu. Bir hasta, kariyerim için dönüm noktası oldu. Şefimiz, göz kapakları düşen ve başını doğrultamayan bir hastaya Myasteni tanısı koydu. Bu hastalık beni çok ilgilendirdi ve Şükrü Hazım Hocamız, Myastenia Gravis'i içeren zengin içerikli bir dergi getirdi. Bu hastalık ömür boyu süren bir merak haline geldi (Harvard yıllarımda üzerine yoğun çalışmalar yaptım). Hastada Timoma vardı ve bu hastalığın Timus ile ilişkili olduğu biliniyordu. Hasta ameliyata gönderildi ancak birkaç gün sonra kaybettik. Hemen ardından 15 yaşında bir genç kız geldi ve ona Myastenia Gravis tanısı koyabildim. Timoma yoktu, ancak UK'den Keynes timusun çıkarılmasının iyi sonuçlarını bildiriyordu. Hastayı Çapa'ya cerrah Prof. Dr. Şevket Tuncel ve Bülent Tarcan'a (Şükrü Hazım Beyin damadı olan bu ünlü bestecimiz) yönlendirdik. Durumu iyiye gitti ve aylarca bizimle kaldı. Bundan cesaret alarak 2 miyasteni hastasını daha timektomi için yönlendirdik. Maalesef ikisini de kaybettik. Bu süreçte daha fazla okumaya başladım ve yoğun bakım gerektirmeyen timektominin hastaları ölüme sürükleyebileceğini üzülerek öğrendim."
YOĞUN BAKIM
"Corona döneminde çokça bahsedilen yoğun bakım hakkında çok fazla bilgi sahibi değildik. O zamanlar neredeyse hiçbir hastanede bulunmuyordu. 1967'de Haydarpaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi kuruldu. Başında ün yapmış bir cerrah olan Siyami Ersek'e telefon açtım ve sıkıntımızı anlattım. Çok nazik bir tavırla, 'Tabii kardeşim, bu bizim işimiz. Bize gönderin' dedi. Ona yönlendirdiğimiz hastalar yoğun bakımda hayatlarını sürdürdüler. Bu sayede YOĞUN BAKIM teriminin ne anlama geldiğini öğrenmiş olduk. Yıllar sonra, önce Numune Hastanesi'nde yoğun bakım birimi kuran Cemal Öner'le Çapa Tıp Fakültesi'nde buluştuk. O, reanimasyon adı altında yoğun bakım birimini kurdu. Genellikle günde birkaç kez oraya koşardım. Ayrıca Haseki'de başka kas hastaları da görüyorduk."
GENETİK KAS HASTALIKLARI
"Genetik kas hastalıklarıyla ilgili bir ders kitabında sadece 7 kas hastalığının adı bulunuyordu. Bilgi seviyemiz oldukça sınırlıydı. O dönemde günümüzde öne çıkan İmmünoloji ve immünolojik hastalıklar gündemde değildi. Myastenia Gravis'in otoimmün bir hastalık olduğunu 60'ların sonlarından 70'lerin başlarına doğru öğrendik ve immünsupresif ilaçlar kullanmaya başladık. Duchenne kas hastalığı anneden erkek çocuğa geçen bir hastalıktı. Bunun dışında çeşitli isimlerle anılan konjenital hipotonik gevşek çocuklar vardı, ancak onlar kimdi? Bugün gen tedavilerine başlanan ikinci hastalık olan SMA'yı da ayırt edemiyorduk. Miyojen ve nörojen ayrımını yapamıyorduk. Bu ayrımı yapabilen bir EMG aleti mevcut değildi. Türkiye'de ilk EMG'yi yapanın 60'larda, sanırım İzmir Tıp Fakültesi'nden Cumhur Ertekin olduğunu hatırlıyorum. Ben, Londra National Hospital'deki eğitimden sonra 1965'te EMG yapmaya başladım. Geçen yıl kaybettiğimiz Alexander Von Humboldt Vakfı'ndan Feyzi Aksoy aracılığıyla DİSA EMG aleti temin edebildik. Congenital miyopatileri tanımıyorduk. SMA tanısını da koyamıyorduk. Tip III SMA'yı miyopatiye benzetiyorduk. Tip III SMA ve Kugelberg-Welander hastalığını 60'larda öğrendik. Bu iki büyük nörologu İsveç'te tanıdım. Kas biyopsisi, kas hastalıklarını belirlemek için vazgeçilmezdi ama yapamıyorduk. Duchenne'in hafif formu Becker kas hastalığını da teşhis edemiyorduk. Ayrıca, bağışıklık sistemi henüz gündemde değildi ve patoloji bizim zayıf noktamızdı. Nekropsi yapmak kolay değildi ve aileden izin almak da zordu. 1963'te Danimarka'da katıldığım 10 aylık bir kurs, nörolojide rehabilitasyonun, özellikle kronik hastalıkların çoğunlukta olduğu durumlarda ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu bana öğretti. Bu ülkede yapılanları gıpta ile izledim ve rehabilitasyon benim ilgi alanlarımdan biri haline geldi."
LONDRA QUEEN SQUARE
"1964 yılında Londra'da dünyanın önde gelen nöroloji merkezlerinden biri olan Quinn Square'de 6 ay geçirdim ve EMG üzerine eğitim aldım. Bu süreçte, nöroloji literatürüne katkı sağlamış birçok önemli bilim insanıyla tanışma fırsatı buldum. Mc Donald Crithley, Mc Cormick, Mc Ardle, Roger Gilliat, Russel Brain, Lord Walton, John Marshall gibi isimler arasında öne çıkanlar oldu. Dikkatimi çeken önemli bir nokta, bizim alışkın olduğumuzdan çok daha az ilaç kullandıklarıydı. 1969 yılında Harvard'a bağlı ünlü bir hastane olan MGH'de iki yıl boyunca yoğun bir deneyim yaşama şansım oldu. Bizim kullanmaktan hoşlandığımız, beyin belleğini, dikkati ve konsantrasyonu artırdığına inandığımız ilaçlardan biri olan encephabol'den bahsettiğimde, bu konuya sadece gülümsemişlerdi. Ayrıca, patolojinin bizim zayıf yönümüz olduğuna dikkat çekmiştim. Amerika'da bir hastanenin, en az %80 oranında nekropsi yapmadığı takdirde uzmanlık eğitimi veremeyeceğini öğrendim."
BOSTON HARVARD
"Massachusetts General Hospital'de büyük nörologlarla tanışma fırsatı buldum. Klinik şefi ve büyük nörolog Raymond Adams, "İki yıl kalırsan istersen patoloji yapabilirsin" dedi. Ben ise kasta kalmayı tercih ettim. Salı günleri, Pearson Richardson'ın liderliğinde Beyin Kesme toplantıları yapılırdı. Miller Fischer gibi büyük nörologların lacun sayıları üzerine tahminlerini dinlerdik; adeta bir nöroloji ziyafeti gibiydi. Bu süreçte patolojinin ne kadar önemli olduğunu daha iyi kavradım. Aynı zamanda Andrew Engel ve Denny Brown gibi isimleri de tanıma fırsatı buldum. 1971'in sonlarına doğru Türkiye'ye döndüm. MGH ile ilişkim 2000'li yıllara kadar devam etti. Amerika'da gördüklerim arasında kıskançlık duyduğum birçok şey oldu. Bunlardan biri de yüksek lisans sonrası kurslardı. 1986'da bu tür kursları Türkiye'de de başlatmıştık. İlk destekçilerimiz, Ankara'dan Tülay Kansu ve Ceyla İrkeç oldu. Bu kurslar bugün de başarıyla devam ediyor."
NÖRORADYOLOJİ
"1970'li yıllarda nöroradyolojide bir devrim yaşandı. Bilgisayarlı tomografi ardından MRI kullanıma girdi. İlk uygulamalar Amerika'da başladı. Hacettepe'nin bu aleti edindiğini öğrendik. Biz Çapa'da Prof. Dr. Aktin'in girişimiyle harekete geçtik. Gencay Gürsoy Norveç'e gitti ve bir nöroradyoloji ekibi oluşturduk (Reha Tolun, Sara Bahar, Rezzan Tuncay, Halil Atilla İdrisoğlu). BT aleti edindik. Radyoloji kliniği bu gelişmeye direnç gösterdi ama sonunda anlaşmaya vardık. MR, beyin patolojilerini kolaylıkla tanımamızı sağladı. Lomber ponksiyon ve göz dibine bakma gibi zahmetli işlemler azaldı. Ben bir kas patoloji laboratuvarı kurmak için uğraştım. Raymond Adams, Zürih Kantonspital'den Dr. Jerusalem ve New Castle'dan Walter Bradley gibi isimler destek oldu. Ancak laboratuvarı kullanamadık. Sonra Los Angeles'ta King Engel ve Valeri Eskenaz ile iş birliği yaparak bir laboratuvar ve uzman kazandık. Fransa'da Gerare Said ile çalışan Yeşim Parman, periferik sinir alanında uzmanlaştı. Daniel Drahcman ile eğitim alan Feza Deymeer, Amerika'da EMG tecrübesi kazanarak nöromüsküler bilim dalını kurmamızı sağladı. Ahmet Çalışkan (Ayşen Gökyiğit ile birlikte), Hıfzı Özcan çocuk nörolojisi dallarının kurucuları oldular. Aynur Baslo, Jale Yazıcı ve Emre Öge ile birlikte EMG ve nörofizyolojinin başına geçtik. Gencay Gürsoy nöroradyoloji alanında kurucu oldu. Mefküre Eraksoy, çocuk nörolojisi ve Multiple Skleroz ile immünolojik hastalıklar konusunda uzmanlaştı. Bizim kuşaktan sonra ana bilim dalında deneyim kazanan gençler, davranış nörolojisi dalını çok iyi bir şekilde geliştirdiler. Hakan Gürvit, Haşmet Hanağası, Öget Tanör ve kısa bir süreyle bizimle olan Murat Emre, bu bilim dalına büyük destek sağladılar."
Bitirmeden önce çok ilginç bir olgudan söz etmek istiyorum:
"Haseki Hastanesi'nde baş asistan olarak görev yaparken hastanede nöbet tutuyor ve gönüllü doktorluk yapıyordum. Gece vakitleri genellikle psikonevroz vakaları gelirdi. Şikayetlerinden hemen anlarsınız onları. Bazıları, mesela bacakları tutulmuş gibi görünerek bağırıp çağırarak gelirlerdi. Bu tablonun organik bir nedene dayanmadığını deneyimli bir nörolog anlayabilir. Bu, bir histeri gösterisidir. Mazhar Osman Uzman'ın 'laşuuri temaruz' dediği bir şeydir. Psikonevroz dünya genelinde sıkça görülür ama ülkemizde conversiyon daha yaygındır. Bizim kültürümüzde psikonevroz belirtileri böyle ortaya çıkabilir. Avrupa ve Amerika'daki nörologların bu durumu iyi anlamadığına sıkça şahit oldum. Bu toplumlarda psikonevroz, anksiyete, depresyon ve benzeri belirtilerle ortaya çıkabilir. Londra'da EMG öğrenirken laboratuarda bu tür hastalar aranıyor ama bulunamıyordu. Histeriyi Charcot, Paris'te tarif etmiştir. Freud ile de teması ve görüşmeleri olmuştur. Charcot, travmatik yaşantılara vurgu yaparak sokaklarda anormal hareketler yapan vakaları tarif etmiştir. Bunlar histeri vakalarıdır. Bu hastalara gece faradi akımı ile uyarı yapardım. O zaman o tutulmuş gibi olan bacak hareket ediyordu ama hastanın anksiyetesi tekrar geri geliyordu. Çünkü hasta, fonksiyonal bir parapleji ile hastalığa sığınarak psikolojik çatışmanın çözümünü arıyordu. Faradi akımı ile bu olanağı alıyorduk. Bu tür vakalar çoktu. Şükrü Hazım bey hocamız onlardan bazılarını yatırırdı. Penthotal ile narkoanaliz yaparak Freudvari bir analiz yapmaya çalışıyorduk. Depresyon vakaları için elektroşok tedavisi de uyguluyorduk. Ancak bu kadar hızlı ve etkili bir tedavi gözlemlemedim. Freud, 1950'lerde oldukça popülerdi. Onun eserlerini okuyor ve takip ediyorduk."
GAZİ YAŞARGİL
"Gazi Yaşargil'le 1974 yılında Amerika'dan dönerken Zürih'te tanıştım. O hastanede nörologlara Amerika'da yaptığım çalışmalarla ilgili bir sunum yaptım. Ertesi yıl arkadaşım Ahmet Çalışkan’la yine Zürih’teydim. Dönerken bu büyük adam bana “Coşkun bey, hasta öğretmen ya da sanatçı olunca parayı düşünmeyin, gönderin” dedi. Ankara Atatürk Lisesinden sınıf arkadaşım olan Can Yücel hapiste idi. ”Aileye söyleyin buraya gelip benimle kalabilirler” diye eklemişti. Bu haberi Onat Kutlar’a aileye ilettim. Gitmediler ama Yaşargil, iki çocuğunun eğitimini üstlendi. O yıllarda Melih Cevdet ve dünyanın en güzel badem ezmelerini yapan, geçen yıl kaybettiğimiz Sevim İşgüder’i de ona yollamıştık. Büyük bir sinir cerrahı, büyük bir hümanist, eşsiz bir bilim adamıdır Gazi Yaşargil…
Başladığım uzun hikaye…
Bugün gen tedavileri başladı, umut veriyor… Bir tarafta insan öldürmeye yarayan silah imalatı… Öte yandan insan sağlığı için büyük bilimsel çalışmalar… Böyle bir dünyada yaşıyoruz… Corona virüsü de her şeyin önüne geçti…
”Yaşamak ne güzel şey” diyor Nazım Hikmet…
Bir sevda şarkısı gibi duyup, bir çocuk gibi şaşarak yaşamak… Sonra ekliyor; bugün, bu tarif edilemeyecek kadar güzel, bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey, böyle zor, bu kadar dar, böyle kanlı, bu denli kepaze…
Not: Ben 1968'in ilk aylarında Tıp Fakültesi Nöroloji bölümünde göreve başladım. Bizim kuşak için, iyi bir klinik kurmak başlıca dileğimizdi. Öğrencilerimizle ilişkilerimiz daima medeni bir şekilde devam etti. Öğrencilerimiz, yakın ilgimizden dolayı hep bizi överdi. Ancak, darbeler rahat vermedi. Gençler çatışmaların ortasında kaldı. Bizler emekli olup çekildik. Son yıllarda yine sıkıntılar, yoksunluklar ve kayıplar var. Binamızın yıkılacağını öğrendim ve yenisi yapıldı; açılışta bulundum. Giderken, sevgili bilim yuvamız için en iyi dileklerimle."
Prof. Dr. Coşkun Özdemir